Genellikle, sabahları kuş cıvıltıları ile uyanırım. Kış mevsiminde bu olmaz. Bu yıl1 Nisan itibari ile kuşlar yine görevlerinin başına geldi. Birkaç gün önce günün ilk ışıklarında kuşları dinliyordum. Dinlerken farklı kuş seslerini ayırt etmeye çalışırım. Zaman zaman bülbül sesi de duyarım. O sabah şanslı olduğum sabahlardan biriydi. Çok güzel öten bir bülbüle denk geldim. Dinlerken, bülbül beni çocukluğuma sürükledi.
Çocukluğum Yomra’da geçti. Bahar sabahlarında ne kadar güzel kokardı Yomra. Yol kenarlarındaki pembe ponpon çiçeklerinden ve ilçeyi bölen vadilerden gelen suların oluşturduğu ırmak kenarlarındaki akasyalardan gelirdi bu koku. Yol kenarlarında içerilerindekurbağa larvaları olan su birikintileri vardı. Çocuk olarak kurbağaların gelişimlerinin her evresini görme, deneyimleme şansına sahip olmuş bir nesildik. Şimdiki nesil bunu bilmez. Hem kuyruğu hem de dört bacağı olan kurbağa görmemiştir.
Hava kararınca, ay görünürdü. Kocaman... Denizin üzerini aydınlatırdı. Ardından kurbağalar hep birlikte ötmeye başlardı. Balkonda oturur, saatlerce dinlerdim. Manzarayı zihnime kaydeder, gözlerimi kapatırdım. Kurbağalar bir süre sonra “Hak, hak!” diye bağırırdı. O ses ne kadar güzel, ne kadar meditatifti. Artık yok….
Okulum tam denizin kenarında idi. Kışın deniz çok dalgalı olduğunda, dalgalar okulun arka duvarına vururdu. Derste çoğu kez sahili ve dalgaları seyrederdim. Sahilin dizaynı da harikaydı. Önce büyük taşlar, sonra küçük taşlar ve dalgaların ıslattığı simsiyah bir kumdan oluşurdu sahil. Evimizde okulun karşısında idi. Geceleri dalga sesleri ninni gibiydi. Dalganın sesinden denizin rüzgârın durumunu anlayabilirdim.
Bambaşka bir bitki örtüsü vardı deniz kenarında. Uçlarında diken olan büyük yapraklı bir bitki vardı şu anda hiçbir yerde rastlamadığım. Yok oldu galiba. Zaman zaman balık yada hamsi sürüleri kıyıya çok yaklaşır, toparlanıp geri dönemez ve dalga ile kıyıya vururlardı. Şimdi bu güzellikler yok... Deniz bizden çok uzaklaştı. Küstürdük mü, ittik mi?Yoksa bizden kaçtı mı?O da bize hasret mi acaba?
Bence, bir yerleşim yerinin içinden bir su akıyorsa, o yerleşim yerinde yaşayanlar Tanrı’nın iyi kullarıdır. O yerleşim yeri özeldir. Bizim de deremiz var. Biz de özeliz. Özel olduğumuzun farkında olamadık hiçbir zaman. Çocukken yazları arkadaşlarla birliktedereye oynamaya giderdik yada babamla derenin kenarındaki arazimizdeki bahçeye giderdik. Derede oynardık, balık tutardık. Derenin içinde su gözesi dediğimiz su kaynakları vardı. Derenin o kısmında yerden su kaynardı. Tertemiz, berrak bir su kumların içinden fışkırırdı. Bizler gözelerin yerlerini bilir, susayınca oralardan su içerdik. Koca koca balıklar olurdu derede. Derenin kenarında kendine has bir bitki örtüsü olurdu. En çok su nanesini severdim. Çok güzel kokardı.
Bütün bunlar bülbülü dinlerken film şeridi gibi gözümün önünden geçti. Nerede şimdi bunlar?Hiçbiri yok. Belki de bülbül de yanık sesi ile bu duruma ağıt yakıyordur.
Neden yok olmasın ki? Yıllarca peynir ekmek gibi suni gübre tükettik. Verim artacak dediler. Artmasını geçtik, topraklarımız taşa döndü, bitki örtüsü öldü, börtü böcek yok oldu, denizlerde, derelerde balıklar yok oldu, çeşitleri azaldı. Pınarlarından su içtiğimiz dereden, şimdilerde mikrop kapma korkusu ile uzak duruluyor.
Kimseye kızmaya hakkımız yok. Biz yaptık bunu, yapmaya da devam ediyoruz. Bilinçsizce tarım ilacı, suni gübre kullanıyoruz. Doğayı, çevreyi, sularımızı düşünmeden. Torunlarımıza ne bırakacağız demeden. Tüketirken türetebileceğimizi fark etmeden. Sürdürülebilirliğin bilincine varmadan. Doğa buna ne kadar daha dayanabilir? Bizler gerçeği ne zaman fark edeceğiz acaba? Doğanın şakasının olmadığını, bazı yolların tek yönlü olduğunu ne zaman fark edeceğiz? Kurbağaların artık ötmeyeceğini kaç kişi anladı?