Gitmediğim sadece bir yeri kalmıştı İstanbul’un. Orada da Eyüp Sultan isimde bir cami yapmıştı ecdadımız 563 yıl önce. Köyümün İstanbullu sakinlerinden birisi son yolculuğuna çıkacaktı o camiden ve ben de uğurlamak için gitmediğim bir yere gitmiş oldum bu hafta içi. Cenaze alanı cami avlusunun dışındaydı. Bakayım avlunun içinde ne var diyerek giriş kapısına yöneldim. Cenaze yakını, benim de cemaatteki en yakın iki arkadaşımla karşılaştık kapıda. Biri ile kedi köpek gibiyiz. Selam vermeğe fırsat bırakmadı. “Abdestin var mı lan” diye sordu, kısa kesmek için “var” dedim. “Gir belki imana gelirsin” dedi. “Ne var burada” dedim. “Git bak belki kafana bir şey girer” dedi şaka yollu kızgınlıkla, gittim...
Avlu dışında iki cenaze vardı ama Eyüp Sultan’ın cemaati daha kalabalıktı. İzledim kısa bir süre. Büyük bir saygıyla ayakkabılarını ellerine alıp öyle çıkıyorlar huzura. Hiç kimse yan taraftaki tabelayı okumuyor ama. Hep az olan taraftayım ya bu kez hiç tarafına geçip tabela ile tanıştırdım kendimi. Daha okumağa başladığım gibi niye okumadıklarını anladım. Biraz daha okuyunca tabelayı buraya koyanların bile “nasıl olsa okunmayacak” rahatlığıyla yazdıklarına inandım. Çünkü o tabelayı okuyup anlayan, biraz da düşünebilen biri o soğukta ayakkabılarını çıkartıp eline almaz asla...
Hikaye şöyle..:
Bir kere Eyüp Sultan diye birisi yok. Arap bir adamın adı Halid bin Zeyd bin Kuleyb. Hicretten 2 yıl önce müslüman olmuş ve İslam Dini’nin kurucu peyhamberi Muhammed’i hicretten sonra Medine’de 7 ay evinde ağırlamıştır. Peygamberden 6 yaş küçük olan Halid bin Zeyd bin Kuleyb ondan hiç ayrılmamış ve bütün savaşlarda yanında bulunarak en yakın korumalığını yapmıştır. Herhalde peygamber de “İstanbul mutlaka fethedilecektir, onu fetheden komutan ne güzel komutan, o ordu da ne güzel ordudur” lafını ona söylemiş olacak ki o da peygamberi öldükten 37 yıl sonra yani tam 93 yaşında adamlarını toplayıp devesine binerek İstanbul’u fethetmek için yola çıkmış. Kadıköy’e gelene kadar dünyaya hükmeden Doğu Roma-Bizans İmparatorluğu’ndan hiç kimse dur dememiş onlara. Kadıköy’de de kimse ciddiye almamış onları ama ciddi bir sorunla karşılaşmışlar. Arada deniz varmış. Karşıya nasıl geçeceklerdir..? Üç olasılıktan biriyle aşmışlar sorunu. Ya develer yüzerek karşıya geçirmiştir onları, ya develeri bıırakıp kendileri yüzerek geçmişlerdir, ya da Nuh’u cep telefonundan aramışlardır Nuh gelip gemisiyle karşıya geçirmiştir İslam Ordusunu. Biz işimize bakalım. Karşıda neler olmuştur? Çok çetin(!) savaşlar sonucu Allah İslam ordusuna yardım etmemiş ve Hıristiyanlar galip gelmişlerdir. Halid bin Zeyd bin Kuleyb şehit düşmüştür ve vasiyeti üzerine surlara yakın bir yere gömülmesini engelleyememiş koca Doğu Roma-Bizans İmparatorluğu. Hatta 800 yıl boyunca kıtlık zamanlarında bütün Hıristiyanlar kabrini ziyarete giderek onun hürmetine yağmur ve bereket istemişlerdir İsa’ya inat.
Aradan 8 asır geçmiş ve İslam Orduları İstanbul’u işgal etmiş. Ak Şemsettin gitmiş kendi gömmüş gibi adamı bulmuş adını da Eyüp olarak değiştirmiş sultan ünvanı vererek cami ve türbesini yaptırmış. O günden berisini de biliyorsunuz zaten. Uşağı olmayan kadın gitmiş uşak istemiş, uşağı hastalanan anne gitmiş şifa dilemiş, tahta çıkan padişah gitmiş güç istemiş, oy isteyen genel başkan hikayesini anlatmış vs. vs...
İnsanlığın anasını ağlatan bu hikayelerdir işte. Bu hikayelerin başında 6000 yıl önceki Nuhun Gemisi vardır. Tevrat’da da vardır bu hikaye Zebur’da da, İncil’de de, Kuran’da da. İnsanları bu hikayeye inandırmayı başabildiğiniz zaman gerisi çok kolay zaten...
Hikayenin mutlu sonla bitmesi için yola devam etmek gerekir. Biz de devam edelim. İnsanlığın kurtuluşunun tek bir yolu vardır. Bütün dinleri kurucu peygamberleri ile birlikte Nuhun Gemisi’ne dolduracaksınız. Yanlarına da bütün din adamlarını koyup o gemiyi batıracaksınız. Başka yolu yok. Ya da insanlık iyice batacak...
Dönelim İstanbul’daki Arap hikayesine. Hikayenin aslını tarihçi Profesör Halil İnalcık’tan öğreniyoruz. İstanbul’un işgali sırasında yorulan bunalan ve vazgeçelim demeğe başlayan Osmanlı askerini ve Fatih Sultan Mehmet’i motive edip gaza getirmek için Ak Şemsettin’in uydurduğu bir hikayeden başka bir şey değildir...
Hurafelerin sonunun geldiği, aklın ve bilimin egemen olduğu bir dünya özlemiyle...
Sonunu güzel başlamışsınız. Bilim insanları er yada geç gerçeği ortaya çıkarır. Yeterki bilime ve bilim insanlarına inanmaya devam edelim. Bazı hikayeler vaktiyle gerekli olsa da zamanla önemini yitirir. Biz günümüze gerekli yeni hikayeler kurmaya devam edeceğiz. Fakat bu hikayeler asla akılla çekilmeli.